Yusuf Atılgan ve Aylak Adam'ı
Yusuf Atılgan'ın Hayat Hikayesi
Yusuf Atılgan, 1921'de Manisa'da doğmuş, 1922 yılında işgal altında olan Manisa yakıldıktan sonra Manisa ilinin Hacırahmanlı köyüne yerleşmiştir. Ortaokulu Manisa'da tamamlayan yazar, o dönemde (1936) Manisa'da lise bulunmadığından İzmir Lisesi'ne kayıt yaptırmak istese de köyde bakkallık yapan, tarla ve bağcılık işleriyle de uğraşan babasının bağbozumu işlerine yardım ettiğinden lise kayıtlarını kaçırmıştır. Bu nedenle Balıkesir Lisesi'ne kaydolan Atılgan'ın edebi dünyası burada temellenmiştir. Balıkesir çarşısında kiralık kitap veren bir kitapçıdaki hemen hemen tüm kitapları okumuş, bunun da etkisiyle edebiyat öğretmeni olma kararı almıştır. Her ne kadar ailesi ve yakın çevresi tıbbiyeye girme konusunda baskıda bulunsalar da kendi yolunu seçerek 1939 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı (o dönemki adıyla Türkoloji) bölümüne kaydolmuştur. Üniversitede birinci senesinin bitimiyle birlikte babası ile maddi konularda sıkıntılar yaşayan Atılgan, babasının kendisini okutamayacağını, para gönderemeyeceğini belirtmesiyle kendine yatılı bir eğitim yuvası aramıştır. Bu sebeple Askeri Öğretmen Okulu'na giren yazar 1944 yılında mezun olarak o dönem Konya'nın Akşehir ilçesinde bulunan Maltepe Askeri Lisesi'nde bir yıla yakın edebiyat öğretmenliği yapmıştır.
Üniversite yıllarında Türkiye Komünist Partisi'ne bağlı İleri Gençlik Birliği'ne katılan yazar fakültedeyken karıştığı bazı öğrenci eylemleri nedeniyle Sıkıyönetim Mahkemesi'nde yargılanarak ordudan ihraç edilmiştir ve bir yıla yakın bir süre Tophane Cezaevi'nde kalmıştır. Bu nedenle çok sevdiği edebiyat öğretmenliğinden kopmak zorunda kalan yazarın hayatında bu süreç bir dönüm noktasıdır. ''Bu tarih yazarlık hayatının dönüm noktasıdır, eşik aşılmış ve geriye dönüş yolculuğu başlamıştır; yani merkezden çevreye, İstanbul'dan Hacırahmanlı'ya.. Bu duraklar aynı zamanda kent, kasaba ve köy merkezli üç romanınının Aylak Adam (1959), Anayurt Oteli (1973) ve Canistan'ın (2000) mantıksal bir mekan omurgası üzerindeki dizilişidir.'' (Ekrem Işın, Notos, 2012)
Yazarın Okuma ve Yazma Evreni
1946 yılında Manisa'nın Hacırahmanlı köyüne dönen yazar burada çiftçilik yapmaya başlamıştır. Köy yaşamında okuma ve yazma eylemleriyle uğraşmıştır. Yazmaktansa okumayı sevdiğini belirten yazar kendine kalan zamanlarını okuyarak geçirdiğini belirtmiştir.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde Ragıp Hulusi Özdem, Reşit Rahmeti Arat ve Halide Edip Adıvar gibi hocalardan ders alan yazar en büyük şansının Ahmet Hamdi Tanpınar'dan üç yıl boyunca ders alması olduğunu ifade etmiştir. Tanpınar ile yaptığı özel konuşmalarının da etkisiyle Proust, Gide, Recaizade gibi kişilerin etkisi altında kalmıştır ve yazarlık mizacı bu sayede oluşmuştur.
Yusuf Atılgan yine bir röportajında en çok etkisi altında kaldığı yazar ve şairleri şu şekilde sıralamıştır: Dostoyevski, Gide, Camus, Sartre, Sait Faik, Huxley, James Joyce, Vüs'at O. Bener, Nezihe Meriç, Behçet Necatigil, Metin Eloğlu, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Edip Cansever, Turgut Uyar, Cemal Süreya. En çok etkisi altında kaldığı ve yazarlık aleminde çığır açtığını ifade ettiği iki yazar vardır. Bunlar; Anton Çehov ve William Faulkner'dır. 1949 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü alan Faulkner'la bu ödülü sayesinde tanışan Atılgan, kitap alışverişi için geldiği İzmir'de yazarın Sartoris adlı kitabının İngilizce metnini alır ve bu kitaptan aldığı tat kendisini Aylak Adam romanını yazma yoluna sürükler.
Yazar, lisedeyken kimseye göstermeden şiirler, hikayeler ve roman denemeleri yazmıştır. Üniversite döneminde de hikaye ve şiirler yazan yazar bunları yayımlatmamıştır. 1947'de yazmadan duramayacak hale gelen yazar köyünde Parmakkapı'daki Pansiyon adlı bir roman yazmıştır, akabinde de bu romanı yırtıp atmıştır ve 5 yıl süresince yazma sevdasından vazgeçerek kendini okumaya adamıştır. Fakat, ilerleyen süreçte, yani 1952 yılında, yazma sevdası ağır basınca yazmak için çiftçiliği bırakmıştır ve yazmaya odaklanmıştır.
1954 yılında yayımlanan ilk hikayesi Tercüman gazetesinin yarışmasında birincilik ödülü alan Evdeki'dir. Bu hikayeyi Nevzat Çorum adıyla yayımlayan yazar yine aynı yarışmada Ziya Atılgan adıyla yayımladığı Kümesin Ötesi öyküsüyle de yedinciliği kazanmıştır. Ancak, ödülleri almaya gitmemiştir, çünkü onun için hikayelerinin dereceye girmiş olması yeterlidir.
1957 yılında yazımını tamamladığı Aylak Adam romanıyla Yunus Nadi Mükafatı Roman Müsabakası'nda (1958) ikincilik ödülüne hak kazanmıştır. Yazar, bu yarışmaya son gün ve son saatte müracaat etmiştir. Yarışmanın jürisindeki isimler şunlardır: Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Azra Erhat, Orhan Kemal, Haldun Taner, Behçet Necatigil, Sabahaddin Eyüpoğlu, Vala Nureddin ve Cevad Fehmi Başkurt. Bu yarışmada birinciliği Yılanların Öcü romanıyla Fakir Baykurt kazanmıştır.
Aylak Adam romanı yazarın hem edebi dünyasında hem de özel yaşamında çok önemli bir nokta olmuştur. Romanın yayınlandığı tarihte (1959) Ankara Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'nda öğrenci olan Serpil Gence romandaki B. karakteri ile kendisi arasında benzerlik yakalayarak Yusuf Atılgan'la tanışmak için çaba sarf eder ve mektuplaşmalar, yüz yüze görüşmelerle çok uzun zaman sonra da olsa (1976) evlenirler.
1965 yılında yazmaya başladığı köy romanı Eşek Sırtındaki Saksağan'ı bitirmek üzereyken o dönem Faulkner'ın Döşeğimde Ölürken romanını okuduğundan ve kendi romanının özgün olmadığını, çok fazla benzeştiğini düşünerek yakıp atmıştır.
1973 yılında yayımladığı Anayurt Oteli adlı ikinci romanı ile ses getiren yazar Canistan adlı son romanı üzerinde çalışırken 1989'da kalp krizi sonucunda hayatını kaybetmiştir. Türk Edebiyatı'nda yapıtları ile övgüye mazhar yazardan geriye üç roman, bir öykü ve bir çocuk kitabı kalmıştır.
Aylak Adam
Melanie Klein, Haset ve Şükran kitabında ''haset duyulan ilk nesne besleyen memedir, çünkü bebek bu memede kendi arzuladığı her şeyin bulunduğunu, memenin sınırsız süt ve sevgi verebileceğini ama bunları kendi doyumu için alıkoyduğunu sanıyordur. Bu duygu bebeğin gücenme ve nefretini artırır.'' ifadesini kullanır. C.'nin annesi, C. bir yaşındayken hayatını kaybetmiştir ve C. bu nedenle bu doyumu tam olarak yaşayamamıştır. Anne figürü yerine teyzeyi yerleştirir ama teyzesinin babası ile olan ilişkisi arzu duyduğu nesnenin elinden alındığını, yine kaybettiğini düşündürür ve babasına karşı bitmek bilmeyen bir hesaplaşma içine girer. O boşluğu (anne/teyze) doldurabilecek nesne arayışına girer. Aradığı esasen O'dur. ''Şaşı kadın karmaşık yollardan bana Zehra teyzemi getiriyordu. Dizinde yatarken yalnız benim bildiğim kokuyla dolu, kimi duran, kimi kıpırdayan dudaklarına bakardım. Arada eğilir, ben büyük, inanılmaz bir şeyler olacağını beklerken salt burnumun ucunu öperdi. Yüzü bana inerken gözleri şaşılaşırdı.'' derken de bu noktaya temas eder.
Baba figürüyle bitmek bilmeyen iç hesaplaşma roman sayfalarında döner dolaşır karşımız çıkar. Rüyalarda bile bilinçdışı babasıyla hesaplaşmaya devam eder. Örneğin: ''Baban sandım seni. Sizin evde hizmetçiydim ben. Tıpkı baban gibisin. Bir bıyıkların eksik.'' ''Defol, babama benzemem ben.'' ''Niye kızıyorsun? Babaya çekmek kötü bir şey mi? Yaman adamdı senin baban.'' diyaloğu babayla olan hesaplaşmayı güzel yansıtır.
Teyzesi ile babası arasında olan birlikteliğe kayıtsız kalamayan C. bu esnada babası tarafından şiddete uğrar ve kulağı yırtılır. Kulağının yırtılması sesin kesilmesidir. Bu nedenle, C.'nin varoluşu bir kez daha yara almıştır. Bunun yansıması olarak roman boyunca kulak kaşıma tiki, insanın en çirkin yerinin kulakları olduğu gibi ifadeler defalarca karşımıza çıkmaktadır. Hatta, kulağını kestiği halde portesinde kulaksız yönünü gösteremeyen Van Gogh'u da eleştirir.
C. babası ile olan hesaplaşmayı sona erdiremediği için babası ölür ölmez evini dahi satar. Gerçek yaşamda yok edemediği, ama rüyalarında öldürmeye çalıştığı babası ile bu şekilde bir hesaplaşma yoluna girer. Hatta, roman içinde geçen bir diyalogda babasının adını unuttuğu yalanını da söyler.
C.'deki tamamlanmamışlık, bitmek bilmeyen yoksunluk kadınlarla olan ilişkilerinde de boy gösterir. Ayşe ve Güler, teyzesine benzeyen şaşı kadın tarafından sevilmek ister ama bu arzusuna erişemez, eli paketliler gibi olmak istemez, çünkü eli paketliler dünyayla iç içedir. C. hayata karışmaktan korkar, uyum sağlayamaz. Çünkü, hep güdük kalmıştır. Bu nedenle tamamlanamaz.
Romanda üzerinde durulması gereken konulardan birisi de sinemadan çıkan insan ifadesidir. Yazar, burada da sanatın iyileştirici gücüne üstü kapalı vurgu yaparken gerçek hayatla sinema hayatı uymadığından herkesi sinemaya sokmak gerektiğini düşünmüştür. Bu nedenle, sokaktaki herkesi sinemaya sokup, iyi bir film izlettirmeli ve böylece sokaktaki insanların asık yüzlülükleri, kayıtsızlıkları, sinsilikleri sona erer diye düşünmektedir. Sinemadan çıkan insan söylemi otobiyografik izler taşımaktadır. Yazar, İstanbul'da üniversite öğrenimi görürken ve Manisa'da çiftçiyken bile her fırsatta soluğu sinemada almıştır.
Roman içerisinde narsisizme de göndermede bulunulmuştur. Örneğin: ''Ben başkayım. Ben de başkayım. Doğru, hep başkayız. Ayak bastığımız her yer dünyanın merkezi oluyor. Her şey bizim çevremizde dönüyor.'' cümlesi narsisizme işaret eder. Narsistik kişiler, kendilerinden emin ve sağlam bir profil sergilemelerine rağmen düşük bir özgüvene sahiptirler ve bu nedenle kendilerine ve başkalarına karşı güvensizlik hissi ağır basar. C.'nin annesi ile olan doymamış ilişki süreci ve giderilemeyen ihtiyaçları da göz önünde bulundurulursa yaşadığı ilişkilerdeki güvensizlikler, ötekileştirmeler, başkalarının duygularını önemsememek (belki de farkında olamamak) anlaşılabilir.
Romandaki mevsimler de dikkat çekicidir. Romanda mevsimler kışla başlar, güzle sona erer. Mevsim faktörüne Maslow'un İhtiyaçlar Hiyerarşisi perspektifinden bakacak olursak C. fizyolojik ihtiyaçlarını, güvenlik ihtiyacını bir ölçüde karşılar ama üçüncü aşama olan ait olma ve sevgi ihtiyacında tekamül edemez. O nedenle mevsimler gibi bazen yeşillenecek, güneş alacak diye beklense de sonu yine yaprak dökümüne gelir. Bu nedenle, varoluş sızısı hiçbir zaman dinmez.
Romanın bitişine yakın geçen ''Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini ve gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!'' cümlesi C.'nin doyamadığı, ulaşamadığı, varamayacağı nesneyi işaret eder. Bunun bir anne sevgisi olduğu düşünülebilir. C. onu da kaybettiği için aradığını bulamayacağını kabullenme noktasına gelmeye yaklaşmıştır.
Yazar, romanın sonunu her ne kadar C.'yi öldürmekle bitirmek istese de kendisine fazla melodramatik geldiği için melankolik bir şekilde sonlandırır. Romanın son cümlesi olana ''Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu, anlamazlardı.'' sözüyle ulaşamayacağı, bulamayacağı, kimsenin anlayamayacağı nesneye (belki de anne sevgisi, koşulsuz, onu o olduğu için seven) olan özlemini ifade ederek romanı noktalar. Yorumu da okuyucularına bırakır.
Yazar, bu romanı ile Yunus Nadi Roman Yarışması'nda ikincilik ödülünü aldığında şöyle bir söz sarf etmiştir; ''Öyle çok uzun şeyler yazılmasına pek lüzum var mı, bilmem! Sanki ne yaptık? Şayet bende bir şeyler varsa zaten kendini ilerde daha çok belli edecektir!'' Tevazusuyla romanı ve yazarlığı hakkında yorumu ve değerlendirmeyi okuyuculara, eleştirmenlere bırakan yazar bu kıymetli ve derinlikli eseriyle daha uzun yıllar konuşulmaya ve hakkında yazılar yazılmaya devam etmeyi hak etmiştir.
Sevgi, saygı ve muhabbetle.
Yavuz Serkan Tuncer
Kaynakça
1. Aylak Adam, Yusuf Atılgan, 41. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, 2015
2. Siz Rahat Yaşayasınız Diye, Yusuf Atılgan, 1. Baskı, Can Yayınları, 2018
3. Notos Dergi, 35. sayı, 2012
4. https://www.izdiham.com/yusuf-atilganin-hayatina-dair-bilmediklerinizi-arzu-ozdemir-hazirladi/
5. Türk Romanına Eleştirel Bakış 2, Berna Moran, İletişim Yayınları, 21. Baskı, 2017
6. Haset ve Şükran, Melanie Klein, Metis Yayınları, 5. Basım, 2018
Yorumlar
Yorum Gönder